‘Tarihi Yarımada’ya dönüş
Ardından rotayı Gülhane Parkı’na çeviriyoruz. Girişinden Topkapı Sarayı’na çıkan Osman Hamdi Bey Yokuşu’nda, terk edilmiş Darphane binalarının karşısında bir bahçe kapısı göreceksiniz. Bölgedeki diğer tarihi yerlerin aksine önünde daha az sıra bulunan bu kapının ardında Arkeoloji Müzeleri yer alıyor. Sekiz yıldır restorasyon sebebiyle kapalı olan kapılar geçen ay açıldı. İçeride karşınıza hepsi birbirinden ilginç üç bina çıkacak; Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi. Bu gezide de bize gazeteci Ömer Erbil eşlik ediyor.
Öncelikle, ‘Eski İstanbul’ tam olarak neresi?
-İstanbul’un eski haritalarında merkez; Sultanahmet’ten Edirnekapı’ya kadar olan bölgedir. Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul dört ayrı kentti. Suriçi’ni İstanbul Kadısı yönetiyordu. İkinci şehir Galata’ydı; bugünkü Karaköy, Beyoğlu, Taksim ve Kasımpaşa. Üçüncü şehir Üsküdar, dördüncüsü de Eyüp’tü. Tabii İstanbul’un en önemli güzergâhı, ‘şehir mobilyaları’ dediğimiz, en güzel mimari eserlerin en yoğun olduğu bölge Sultanahmet. Ayasofya 1500 yaşında. Karşısında Sultanahmet, ondan bin sene daha yeni. Biri Hıristiyan, diğeri İslami kültürün başyapıtı. Hemen yanında Topkapı Sarayı, ilerisinde Ayasofya’dan bile eski Aya İrini Kilisesi, Bizans Samson Hastanesi, Küçük Ayasofya…
Sultanahmet sokakları geceleri de renkli ve hareketli.
Eski İstanbul’a yolculuğa nereden başlamalıyız?
– Kesinlikle tarihi hipodromdan! Hipodromun yapım tarihi üçüncü yüzyıl. Roma döneminde burası 80 bin kişi ağırlıyordu. Yarışlar efsaneydi. İmparator locasında oturur, beyaz mendilini sallamasıyla atlı arabalar koşmaya başlardı. Atların üzerinde ‘Öndeki at tiz sakat kalsın, ben onu geçeyim!’ gibi yazıların olduğu büyü muskaları asılı olurdu. Dönüş yaptıkları, ‘Sifendon’ denen yuvarlak uç bugün de duruyor ama üzerine yapılar inşa edilmiş durumda. Hipodrom üzerinde yürürken bu yarışları hayal edin.
Buradaki Dikilitaşların yanından defalarca geçmişizdir… Hikâyeleri nedir?
– Birisi dünyanın en eski anıt eserlerinden Mısır Dikilitaşı. 3 bin 600 küsur yaşında. Üzerinde İmparator Teodosius’un kabartması var. Yanında iki çocuk figüründen biri Arcadius, diğeri Honorious. Beş sene sonra Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldığında Arcadius Konstantinopolis’te Doğu’nun, Honorious Roma’da Batı’nın imparatoru olacak. Burmalı sütun 2 bin 500 yaşında. Yunanların Perslerle savaşından sonra bir zafer anıtı olarak dikilmiş. Tepesindeki yılanlardan birinin kafası Arkeoloji Müzesi’nde. İkinci baş kaçırılarak Londra’da sergileniyor. Üçüncü başsa kayıp. Bir de arkada ne olduğu pek anlaşılamayan üstü çıplak bir dikilitaş var.
Bir halıcının altında yer alan Bizans sarnıcında ‘The Hippodrome’ isimli sergi kurulu.
Dikilitaşlar, neden toprak zeminden aşağıda duruyor?
– İstanbul’da en yoğun insan kalabalığının olduğu yer burasıydı. Zemin, üzerine dökülen çöpler ve biriken tozlarla her 100 senede 10 santim yükselir. Sultanahmet Meydanı’nın zemini de tahminen beş metre kadar yükseldi. Yani aslında dikilitaşlar orijinal zeminde, biz yukarıya çıktık.
Şimdi üzerine bastığımız zeminde, eski İstanbul zamanı başka neler vardı?
– Bin sene öncesine kadar Bizans sarayları vardı. Bu sarayların bazılarının kalıntıları hâlâ yeraltında; binaların ve hatta halı dükkânlarının aşağısında gizli. Örneğin, şimdi otel olan Sultanahmet Cezaevi’nin arkasındaki Tevkifhane Sokağı’nda, Başdoğan Halıcısı’nın altında Konstantin Sarayı kalıntıları var. Dükkânın içinden saray kalıntılarına geçiş yapabiliyorsunuz. Çıkışı, Akbıyık Sokak’taki bir kafeden. Sarayın su deposu da Nakilbent Sokağı’nda, Nakkaş Halıcılık’ın altında! İçeride ‘The Hippodrome’ isimli bir sergi kurulu. Haftanın her günü açık ve giriş ücretsiz.
Tarihi Yarımada’daki zaman yolculuğunuzu Gülhane Parkı’nda yapacağınız bir yürüyüşle sonlandırın. | Fotoğraf: Emre Yunusoğlu
Bölgede görmemiz gereken başka nereler var?
– Alemdar Yokuşu, Caferağa Medresesi ve İshakpaşa Camii’nin bulunduğu İshakpaşa Yokuşu. Akbıyık Mehmet Efendi Camii, yarımadada Mekke’ye en yakın camidir. Burada ezana başlanmadan diğer hiçbir camide ezana başlanmaz. 527 yılında yapılan Küçük Ayasofya da görülmelidir. Önceden kiliseyken Osmanlı fethinden sonra camiye dönüştürülen ve bugün gezilebilen 14 yerden biridir. Semti de çok şirindir. Etrafını yeşillendirdiler, ufak dükkânlar açıldı. Buralarda eski hayatı ve sürekli çıkan yangınları hayal ederek yürüyüş yapabilir, civar kafelerde vakit geçirebilirsiniz. Sultanahmet Camii’nin arkasındaki Arasta Çarşısı’nda yürüyüş yapın. Bizans Mozaik Müzesi’ne uğrayın. Burası eskiden Bizans Sarayı’nın kabul salonuydu. Kıymetli mozaikleri sökmek doğru olmayacağından üzerini kapayıp müzeye dönüştürdüler. Tablo gibi mozaikler sanki dün yapılmış gibi…
Fotoğraf: Murat Şaka
Arkeoloji Müzeleri’nin kuruluşu bundan tam 150 yıl önceye dayanıyor. Dolayısıyla müzenin hikâyesi, aslında Türkiye’deki müzeciliğin tarihini de anlatıyor… Osmanlı döneminde savaş ganimeti olarak ele geçirilen ve Aya İrini’de depolanan eski eserler, ilk defa 1846’da ‘Müze-i Askeri’ adıyla sergileniyor. Koleksiyonun ‘Asar-ı Atik’ bölümü, 1869’da kurulan ‘Müze-i Hümayun’un temelini oluşturuyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılan ‘Çinili Köşk’ müzeye dönüştürülüyor ve 1880’de ziyarete açılıyor. Gazeteci Ömer Erbil, müze açma nedenlerini şöyle anlatıyor: “18. yüzyıldan itibaren Batılı seyyah, mühendis ve büyükelçiler Anadolu’daki eski eserleri fark ediyor ve gizlice ülkelerine kaçırmaya başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu bunu fark edip çeşitli eski eserler kanunları çıkarıyor ama kaçakçılığı engelleyemiyor. Sonunda eserleri korumak için 1869’da ‘Müze-i Hümayun’ yani ‘İmparatorluk Müzesi’ kuruluyor. İmparatorluğun her yerinden getirilen eserler buraya konuyor.”
Sidemara Lahdi: Eros başının sahte olduğu ortaya çıktı. | Fotoğraf: Ömer Erbil
Osman Hamdi Bey devrimi
1881’de Osman Hamdi Bey’in ‘Müze-i Hümayun’a müdür olarak atanmasıyla bir devrim yaşanıyor. 1887-1888 arasında yapılan Sidon Kral Nekropolü Kazısı’ndan getirilen ihtişamlı lahitler, Çinili Köşk’e sığmayınca, dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından neo-klasik mimarinin en güzel örneklerinden olan yeni bir bina yapılıyor. Üzerinde Osmanlıca ‘Asar-ı Atika Müzesi’ (Eski Eserler Müzesi) yazan ve Sultan Il. Abdülhamid’e ait tuğranın bulunduğu yapı 13 Haziran 1891’de ziyarete açılıyor. Osman Hamdi Bey’in 30 yıllık müdürlüğü boyunca 650 eserlik koleksiyona sahip müzede, bugün 1 milyona yakın parça muhafaza ediliyor. Son yıllardaki Marmaray ve metro inşaatlarında bulunan tarihi eserler de buraya getiriliyor. İşte Türkiye’nin bu en eski müzesi, sekiz yıldır kapalıydı. Geçen ay yedi sergi salonu açıldı. Girişin sağ kısmında “Antik Çağ Heykeltıraşlığı Bölümü’nde ne yazık ki koleksiyonun mütevazı bir kısmını görebiliyorsunuz. Sizi asıl büyüleyecek yer Sidon Kral Nekropolleri Salonları’nda… Kapıdan geçeceksiniz ve bir lahitler deniziyle karşılaşacaksınız. Burada, Osman Hamdi Bey’in yaptığı kazılarda ulaştığı eserler sergileniyor.
İskender Lahdi: Bugünlere gelebilen renkli lahit sayısı az.
Bir Indiana Jones hikâyesi
Lahitleri incelemeden tablolardan hikâyelerini okumalısınız. Adeta bir Indiana Jones macerası! 1887 başlarında, Sayda’da yaşayan toprak sahibi Mehmed Şerif Efendi, arazisinde altında mezar olabileceğini düşündüğü bir açıklığa rastlar. Yetkililerce mezar odasının toprak dolu girişi açılınca lahitlerle dolu odalar bulunur. Sultan II. Abdülhamid’in talimatıyla Osman Hamdi Bey Sayda’ya gelir. Ayağının tozuyla bir halatla yeraltı mezarına iner. Mum ışığıyla odaları gezer ve lahitlerin İstanbul’a naklini planlar. Tahliyeler için tünel kazılır. İçine ahşap ray sistemi döşenir. Beyrutlu ustalar, sahilden denize 30 metre uzunluğunda, 3 metre genişliğinde ahşap bir iskele inşa eder. Lahitler, açıkta demirli gemiyle İstanbul’a nakledilir. Peki aralarında görmeniz gerekenler hangileri? Sizi önce Likya Lahdi ve ardından Ağlayan Kadınlar Lahdi karşılayacak. Her ikisi de detaylı işçilikleriyle dikkat çekiyor. Yol üzerinde Tabnit Lahdi ve mumyasını kaçırmayın! Sayda Kralı Tabnit’e ait mumya, ilk kez lahdinin içinde sergileniyor. Yolun devamındaki İskender Lahdi’nden büyüleneceksiniz! Neden özel olduğunu Erbil açıklıyor: “İsmi İskender ama lahit İskender’e ait değil. İskender’in savaşını anlattığı için bu adı almış. Üzerindeki ince taş işçiliği ve renkli olmasıyla da çok özel. Bugünlere gelebilen renkli lahit sayısı az.”
Arkeoloji Müzeleri: Neo-klasik mimarinin en güzel örneklerinden olan yeni bir bina yapılıyor.
Sidemara’nın çalıntı ‘Eros’u
Bir sonraki salondaysa, önce gösterişli Sidemara Lahdi’ne gidin. Konya’da bulunan ve Roma Dönemi’ne ait olan eser 25 ton ağırlığında. 1901’de İstanbul’a getirildiğinde kapıdan sığmayınca, şimdi içinde bulunduğu bölüm lahdin üzerine inşa edilmiş! Tepesindeki ufak ‘Eros’ figürüne dikkat edin. Nedenini Erbil anlatıyor: “Sidemara Lahdi’ni önce İngiliz Konsolos Sir Charles Wilson kazdı ama sonra kaçırmak üzere üstünü örttü. Osman Hamdi Bey durumu öğrenince Konya’ya gidip, lahdi müzeye getirdi. Yıllarca depoda kaldıktan sonra ziyarete açılınca soyulduğunu arkeolog Dr. Şehrazat Karagöz ortaya çıkardı; Konsolos Wilson, Konya’dayken lahdin başını kırıp kızının çantasıyla İngiltere’ye götürmüş ve Victoria Albert Müzesi’ne hediye etmiş! Eros’un başı halen orada…” En son salondaysa Osman Hamdi Bey’in Nemrut Dağı, diğer Alolia Nekropolleri ve Lagina Hekate Tapınağı’ndaki kazılardan getirdiği eserler var.